13 Ara 2014

Peyami Safa'dan Yazmaya Dair Notlar



Yazma konusunda tutuğum yine bu günlerde. Kafamda bin bir türlü fikir. Ne yapsam ne etsem bilemedim. Belki zihnimden geçenleri umarsızca yazma tekniği uygulayabilirim, hatta belki burada da yayımlayabilirim.

Peyami Safa'dan yazmak hakkındaki bir takım düşüncelerinden bahsetmek istiyorum. Belki birilerine bir faydası olur. Benim de yazma tutukluğuma belki bir çare olabilirim (:

1. Tekrarlardan kaçının. Ne bir kelime eksik ne bir kelime fazla
2. Halk tabirlerinden, atasözlerinden, basmakalıp ifadelerden kaçının.
3. Basitlikten kaçarken yapmacıklığa kaçmamalı.
4. Kuvveti kendi kendine yeten bir düşünceyi, imgeyi söz sanatlarıyla ifade etmekten kaçınmalı.
5. Manayı en sade şekliyle ifade ederken basitliğe düşmemeli.
6. Yazının inceliklerini anlaşılır olmasına feda etmemeli.
7. Basit manayı karışık, karışık manayı basit ifade etmekten kaçınmalı.
8. Manaya en uygun kelimeyi bulmaya çalışmalı.
9. Kelimelerin sesleriyle anlamları arasındaki münasebeti gözden kaçırmamalı.
10. Mana inceliklerini ahenge feda etmemeli.
11. Bir cümle yapısıyla o cümleyi yüksek sesle okuyanın teneffüs ritmi arasındaki münasebeti gözden kaçırmamalı.
12. Manaya ait derinlikleri bu münasebete feda etmemeli.


Peyami Safa okursak, bunları nasıl yazılarında uyguladığını daha rahat anlayabiliriz.

Üstteki resim, Peyami Safa'nın Matmazel Noralya'nın Koltuğu kitabının heykel çalışması. Üstte Peyami Safa'nın fotoğrafını gördünüz mü? (:

Başka yazar ve şairlerin heykelleri için bakınız.

8 Eki 2014

Film Seçkisi

Bir yemek blogunda Nigel Slater'ın ismini ve Toast filmini görmüştüm. Hemmen izledim tabii. Ardından da Julia&Julie'yı izledim. Oldukça keyifliydi (:

Toast



Film afişini görmemiştim. Filmde Helena Bonham Carter'ı görünce çığlık atabilirdim ki gecenin bir vakti olunca kendimi tuttum :D

Yemek yapmaktan hiç anlamayan bir anne, sinirli bir baba. Küçük Nigel ise lezzetli yemeklerin farklı lezzetlerin peşinde. Annesi yemeği yaktığında ekmek kızartıp üzerine tereyağı sürüp çayla birlikte yiyorlardı. Prenses Diana'nın hayatını anlatan bir film izledim dün. Orada Leydi Di yemek yapmakla uğraşmayıp kızarmış ekmek ve tereyağı yiyordu. Geleneksel lezzet gibi bir şey diye düşündüm. Toast filminden sonra ben de ekmek kızartmaya başladım ama tereyağı pek sürmedim üzerine. Canan Karatay her ne kadar çok sağlıklı dese de :D

Nigel'in annesi vefat eder, eve gelen temizlikçi Mrs. Potter erkeğin kalbine giden her yolu dener ve başarılı olur. Ev işleri ve yemek konusunda mükemmeldir. Nigel ve Mrs. Potter arasında bir çekişme yaşanır, babayı paylaşamama gibi. Ay adam yedikçe yedi, şişti çıktı. Sonra öldü ya, çok yemekten öldü bence :D

Yemek yapamayan anne, babasının kalbine yemek yaparak ulaşan üvey anne Nigel'in yemeğe olan merakını arttırdı ve dünyaca ünlü bir aşçı oldu. Ama biz 17-18 yaşlarına kadar ki hayatını izliyoruz filmde. Sonrası yok.


Şu limonlu turta ne acayip ne kocaman ne lezzetli görünen bir şey! Her bir tatlı, pasta çok leziz gözüküyordu. İştah açan bir film! (:


Julie&Julia



Julie'da biraz kendimi bulduğum doğrudur. Yarım kalmış bir romanın yazarı olduğunu söylüyor. Başladığı işleri yarım bırakmaktan bıkmış. İşte bundan dolayı. Yemeklere ve yemek yapmaya çok düşkün. Ben onun kadar değilim tabii! (: Ve Julia Child hayranı. Julia'yı bu filmle tanıdım tabii ki.

Julia yemek yapmasını çok sonradan öğreniyor, ben de yemek kursuna gitmek istiyorum. 
Julia'nın da Julie'nın da eşleri çok anlayışlı, ilişkileri çok tatlı. Ah ne güzel dedim çoğu zaman.

Yemek yapmak, kitap yazmak, bir amaç edinmek ve hayallere sıkı sıkı sarılmak ve vazgeçmemek. En sevdiğim tarz filmler! (:



Çok tatlılar ♥ ♥ 


Çikolata


Kuzey rüzgarları tutucu bir Fransız kasabasına götürür Vianne ve Anouk'u.
Gittiği her yere çikolata ve güzellikler götürür Vianne. Ve huzur.
Tutucu ve radikal ve hayattan hiç zevk almayan kasaba halkını değiştirmesi konu alınır.

Vianne melez bir kadın. Annesi Meksikalı bir yerli. Babası Meksika'da kakaonun farklı hallerini keşfediyor. Annesi Vianne'ı alıp dünyayı dolaşmaka Kuzey rüzgârlarının götürdüğü yere gitmeye başlıyor. Vianne da kızıyla aynısını yapıyor. O rüzgâr sahneleri ne kadar da güzeldi.

Sonra filme Johnny Deep şahaneliği giriyor (: Güzel eğlenceli sessiz sakin bir film. Bol çikolatalı. Tavuğa ete bile çikolata dökmek baya bir abartıydı ya neyse...



Sky and Sea (Ocean)



Na Ra akıl yaşı 6-7 yaşlarında olan bir genç kızdır. Müzik dehasıdır ve sayılarla-tarihlerle arası çok iyidir. Ailesini bir kazada kaybeder ve kimsesiz kalır. Jyu İn karşı komşusu, Ah In pizza teslimatçısı. İkisini de arkadaşları olarak görür. Oysa ikisinin de bundan hiç haberi yoktur. Sonra olaylar gelişir ve ayrılmaz üçlü olurlar. Aslında çok şeker bir filmdi ama biraz daha iyi işleselerdi daha güzel olabilirdi. Hatta dizi bile yapabilirlerdi. Hani bir şeyler oldu ama kopuk kaldı. Çekim kalitesi filan çok güzeldi. Na Ra'nın evi mükemmeldi. Baya para harcamışlar gibime geldi. O kadar para harcadınız bari düzgün bir şey yapın da tadından yenmesin. Na Ra keman dehası ama ailesinin ölümünden sonra çalamıyor. Sonra Jyu In sayesinde yeniden çalmaya başlıyor. Dostluk, hayal gücü, müzik. Benim sevdiğim tarzda bir filmdi. Hedefe ve hayallere ulaşmak gibi (: Sonu çok güzeldi ama o ipuçlarını kim bıraktı niye bıraktı, o restoranı nasıl açtılar hiç anlamadım. Bence dizi yapsınlar da izleyelim. A söylemedim di mi Kore filmi (: yeppudaa'dan izledim ben.




Steins;Gate: Fuka Ryouiki No Deja Vu



yeppudaa'dan izledim yine. Çok karışık bir animeydi. Zaman sıçramaları filan. Bence bu animede de boşluklar vardı. Bir de japonların ne kadar rahat insanlar olduklarını bir kez daha anladım. Ayıp denen bir şey var yahu! Yani pek beğenmedim. Ama mikrodalga fırınla zamanda sıçramalar yapma fikri çok hoşuma gitti :D


Diana




1997'de vefat etmiş Leydi Di. Ben 4 yaşındayken. Geçmişini silen ben, geçmişine dair pek bir şey hatırlayamayan ben Leydi Di'nin ölüm haberlerini hatırlıyorum :D Çok ilginç. İngiltere'ye hayranlığım bence 4 yaşıma dayanıyor, Leydi Di'ye. Dün filmini izledim. Eşi Prens Charles hiç gösterilmiyor. Çocukları Prens Harry ve Prens William uzaktan öylesine gösteriliyor. Film daha çok Hasnat Khan'la ilişkisine dair. Ve yardımlarına dair. Bosna'ya, Pakistan'a, Afrika'ya başka başka yerlere gidip acıları paylaşması, yardım faaliyetlerinde yer almalarını da göstermiş. Gerçeklerden uzak kalan yerler elbette var. Yani vardır, varmış. Ama yine de Leydi Di'ye biraz daha yaklaşmış hissettim. Hoşuma gitti. Sadece kurgu olduğunu bilerek izlesem de o hissiyat Leydi Di samimiyetini hissettim. Kalplerin prensesi... Mevlana'dan ve Kur'an-ı Kerim'den alıntılar çok güzeldi. Ama Mevlana'yı İranlı şair olarak tanıtmalarından hoşlanmadım.



Ölüm Oyunları-Avcı-Raşomon

Uzun zamandır yazmak istediğim bir yazıydı. Demlenmesini istedim zihnimdekilerin.Bekle bekle olmadı. İstanbul'a gidince hiç yazamam dedim ve başladım işte (: Her şey tam hissedince yeniden yazarım ben de!





Altın Koza bünyesinde bir söyleşiye katıldığımı söylemiştim. Orada Osman Şahin'i tanıdım. Ölüm Oyunları kitabını aldım. Ve okudum. Şahaneydi öncelikle. Beş öyküden oluşuyor. İlk öykü bir kan davası mağduru. Betimlemeler, ölüm yolundaki ilerleyişi çok güzeldi. Son öykü bir haydutun hikayesi. Davul zurna karşısında oynamayı seven bir haydut. O da güzeldi.

Ve benim en sevdiğim ise Çolak Osman ile Zala'nın hikayeleri.
Zala bir yörük kızı. Çolak Osman Ağa Balkanlarda Osmanlıya baş kaldırmış bir bey. Toroslara sürgün edilir. Bir yörük aşireti beyinin kızı olan Zala ile evlenir. Aralarında baya bir yaş farkı vardır. Zala dünya güzelidir. Ailesini görmek ister, Çolak Osman da Zala'yı ailesinin yanına Boltar dağlarına götürmek için yola koyulur.

Kitapta hikayelerinin üç farklı versiyonu yer alır.

İlkinde bir avcıyla karşılaşırlar. Avcı kötücüldür. Osman Ağa'yı kandırır, kuyuya atar. Zala'ya zorla sahip olur. Zala oyunla avcıyı da kuyuya atar. Bakar ki kocası ona suçlayarak bakar. Zala kocasını da orada bırakır kaçar.

İkincisinde bir çobanla karşılaşırlar. Zala çobanı önceden tanır çıkar. Zala istekle çobana yaklaşır. Osman Bey uyandığında hallerini anlayınca ikisini de öldürür. Osman Bey Zala'nın babasına her şeyi anlatır, Zala'nın ölüsünü götürür. Aşiret beyi de Zala yerine bir başka kızını Osman Ağa'ya verir.

Üçüncüsünde karşılaştıkları çoban Zala'ya zorla sahip olur. Osman Bey karısına acır, suçlamaz. Çobanı öldürür. Ama Zala utanç duygusuyla kocasından kaçar kendini dağlara vurur. Osman Ağa da peşinden düşer dağlara. İkisini de bir daha duyan gören olmaz. Hayaletlerini gördüklerini iddia edenler olur.



Osman Şahin bu öykülerini senaryoya çevirir ve Erden Kıral, 'Avcı' adını vererek filmi çeker. Malesef tamamını izleyemedim. İnternette düzgün bir paylaşım bulamadım. D&R'da da göremedim. Daha sonra izlemeyi düşünüyorum. Bir 15 dk izleyebildim. Başını sevdim. Bir yaşlı kadın ve bir yaşlı adam hikayenin değişik versiyonlarını didişerek anlatmaya başlamışlardı (:

Hikayeleri okuyunca aklıma hemen Raşomon geldi. Hikayenin detaylarından ziyade film daha çok aklımda aslında. Geçtiğimiz sene Dünya Edebiyatı dersinde önce hikayesini okumuş, sonra filmini seyretmiştik. Üzerinden aylar geçince film daha baskın kaldı malesef (:



Birileri 'Avcı' filmi eleştirisi yaparken hemen Türk Raşomon'u yakıştırması yapmışlar. Avcı filmindeki Çolak Osman Ağa'nın gerçekten yaşamış birisi olduğunu öğrenememiş mi acaba da hemen öyle Raşomon yakıştırması yapılmış. Benim merak ettiğim nokta şu, Raşomon'u yazan Akutagawa 1915 yılında yazmış. 1892 doğumlu. Çolak Osman Ağa'nın yaşadığı dönem tahminen 1890'lı yıllar. Akutagawa'nın duyması imkansız gibi bir şey. Ama nasıl bu kadar benzerlik oluyor...




Akira Kurosawa, Akutagawa'nın Raşomon ve Ormanda adlı iki kısa hikayesini birleştirerek Raşomon filmini çekmiş.

'İnsanoğlunun zaafları üzerine kurulmuş bu psikolojik dram. 12. yy Japonyasında karısıyla birlikte ormandan geçmekte olan bir samuray, bir haydutun saldırısına uğrar ve öldürülür, karısı ise tecavüze uğrar. Haydut yakalanır ancak onun ifadesi ile kadınınki taban tabana zıttır. Olayı çözmesi için devreye giren bir medyumun vasıtasıyla ölen samuray da yine tamamen tamamen farklı bir hikâye anlatır. Cesedi bulan oduncunun ifadesi ise hiçbirisininkine uymaz. Aynı suçun dört çelişkili ama bir o kadar da inandırıcı olarak anlatıldığı, yani herkesin 'gerçeği' nin farklı olduğu bu olayda kim doğruyu söylemektedir?
İlki Budist rahibe, ikincisi de 'yabancı'ya ait şu sözler filmin ana fikrini de özetler:
« İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile! »
« İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak ister. Böylesi daha zahmetsizdir. »'

Vikipedi


Osman Şahin'in kaleme aldığı öyküleri okuduğumda dimağımda kalanlar daha çok sadakat, ataerkil, kadının toplumdaki yeri üzerine eleştirilerdi. Hırs, şehvet ve nefret. Avcı filmini izleyemediğim için bir yorum yapamayacağım. Raşomon öykü ve filmde ise yine sadakat, şehvet ve hırs vardı ama gerçeğin göreceliliği daha ön plandaydı. Japonlar biraz daha soyut düşünmüşler. Rahip, oduncu ve yabancının olduğu sahneler filmi soyut hale getiren sahnelerdi. Medyumun olduğu sahne çok komik gelmişti bana (:

***

Karşılaştırmalı edebiyat yapmış gibi oldum mu bilemedim. Biraz daha ayrıntılı incelemek isterdim ama elimden bu kadar geldi.

Bu arada Osman Şahin Mor Cepken isimli bir kitap ve bir dizi ya da film hazırlığı içerisindeymiş. Kadına şiddet temelli. Çok ilginç bir kitap ve dizi ya da film olacağa benziyor. Bence bir takibe alın (:

Keyifli okumalar dilerim!

**Bana Raşomon'u tanıtan Nuray Küçükler Kuşçu Hocama teşekkür ediyorum (:





7 Eki 2014

Doğaçlama





Doğaçlama bir öykü çalışması yapmak istedim. Halbuki yazılmayı bekleyen iki tane karşılaştırmalı film taslağı, 4 tane de film eleştirisi var. Ama biraz rahatlamak için...

***


Şu hayatta bana iki kişi prenses dedi. Birisi hayatımdan tamamen çıktı. Diğeri de çıkmaz umarım.

Başını yastıkların arasına gömmüş bir vaziyette konuşmaya çalışıyordu. Sesi boğuk geliyordu. Dediklerinin anlaşılması imkansızdı. Sesli düşünmek en çok yaptığı şeydi. Yalnızlığını böyle gideriyordu. Ya da giderdiğini zannediyordu.

Kalbi kuyu. Duyguları karanlık.
Biraz fazla nazlı. Kırılgan, hassas, narin, ince düşünceli.

Bazıları zarif olduğunu bile düşünüyor.

En yakınlarıysa aksine, zor buluyor. Geçinmesi zor, anlaşması zor, tatmin etmesi zor.

Oysa sevmesi çok kolay. Sevilmesi çok kolay.

Sevdi mi çok sever. En büyük hatası da bu. Çok sevmesi. Çok beklentiye girmesi.
Ama farkında değil yaptıklarının, hissettiklerinin.

''Sevseydi, azıcık değer verseydi bana; yolculuk öncesi halimi hatrımı sorardı. Ben kimim ki zaten!''

Yatağından kalktı. Sürüne sürüne mutfağa geçti. Kocaman bir dilim çikolatalı pasta kesti. En sevdiği pastaneden. Sabah mı yeni mi uyanmış şeker mi diyet mi dinlemedi. Her bir lokmayla beraber büyük bir haz alıyordu. Yüzündeki ifadeden anlaşılıyordu her şey. Damağımda çikolatanın bıraktığı lezzet aslında biraz buruktu. Çünkü çok özlemişti.

Keşke beraber çıksalardı yolculuğa. Beraber solusalardı deniz havasını. Martılara simit atarlardı.

'Çok yalnızım,' dedi.

Gözlerinden akan yaş, yanaklarından akıp dudak çizgilerinin iki yanında yol yol izler yaptı.

***

Doğaçlama yaparken ne yazacağım demedim, sadece yazdım. Başını sonunu düşünmeden. Hikayeyi nereye çekeceğime karar vermem lazım bu noktada. Saplantılı bir kız mı olacak, hatta cinsiyeti kız mı erkek mi? Belki erkeğe göre biraz ters kalmış yerler olabilir, oralar düzeltilip kurguya devam edilebilir. Ya da belki gerçekten narin bir erkektir ve onun sorunu budur. Prenses kısmını değiştirmek lazım. Olay farklı yerlere kaymasın diye. Belki de düşüncesiz bir dost ya da sevgisiz bir aşık. Henüz karar vermedim. Belki de böyle bir öykü hiç yazmam.



18 Eyl 2014

Altın Koza Sinema ve Edebiyat Üzerine




Köklerime dek Adanalı olduğumu biliyordur blogumu takip edenler. Bugün Adanalı olmaktan bir kez daha gurur duydum. Altın Koza Film Festivali devam ediyor. Ve bugün bir film festivalinde ilk defa edebiyat oturumu yapıldı.

Sinema ve Edebiyat üzerine Yekta Kopan moderatörlüğünde Ahmet Ümit, Osman Şahin, Hakan Günday, Nebil Özgentürk isimlerini dinledik. Adanalıyım ama Adana hakkında birçok bilgi edindim. Ne çok şey bilmiyormuşum! Edebiyat ve sinema üzerine de birçok şey öğrendim. Böyle kulaklarımdan filan bilgiler fışkıracak diye korkuyorum. Dopdoluyum! Elimden geldiğince yazmaya çalışacağım. Elbette ki bir not defteri götürmüştüm yanıma. Güzel notlar almaya çalıştım da hem dinleyip hem not tutma konusunda sıkıntılar yaşayan birisiyim :D Yazamadığım çok şey var.

Yekta Kopan'ın sesi ne kadar da huzur verici! Sahne biraz yüksek olduğu için kendilerinin biraz yukarıda olmasından rahatsız olduğunu söyledi Yekta Kopan. Sosyal yaşamda da yazarın okurdan üstün olduğunu düşünmüyormuş. Ve ekliyor 'Farz edin ki evin salonundayız.' Gayet samimi bir söyleşiydi. Yekta Kopan olmasaydı moderatör olarak, bu kadar samimi ve de komik olur muydu bilemeyeceğim (:

Ahmet Ümit ile başladık. Adana'ya ilk 16 yaşında gelmiş. Bir tiyatro oyunu için gelmişler. Sıcağından dem vurdu (:

Romanlarının sinemaya ve televizyona uyarlanmasından, başka bir sanat dalını beslemekten gayet hoşnut.

Edebiyatın sinemaya göre daha demokratik olduğunu söylüyor. Edebiyat okuyana ve yazana aittir.

Ahmet Ümit için yerli Stephen King, yerli Dan Brown diyorlarmış, ne düşündüğünü sordu bir dinleyici. Yekta Kopan sözü aldı önce. Biz Doğuluların yerli Madonna yerli Messi yerli Dan Brown gibi yabancı isimlerin taklitleri ya da özdeşleştirmelerin yanlış olduğunu söyledi. Biz biz'iz ve özgünüz (:

Ahmet Ümit, romanlarında okurun karakterlerle özdeşleşmesini istediğini söylüyor. Öyle bir karakter oluşturmalı ki insan ruhunu anlatsın. Heyecanlı hikayeler anlatıyor evet, polisiye, cinayet, iyilik, kötülük, hırs,... Hepsi insana ait duygular.

10000 yıl daha yaşasam yine yazmaktan sıkılmam, bu coğrafyadan hikaye fışkırıyor, diyor (:

İlham aldığı yazarları da şöyle sıralıyor:

Orhan Kemal
Osman Şahin
Dostoyevski
Shakespeare

***

Osman Şahin  ile devam ediyoruz. Kendi adıma çok utandım. Böyle bir değeri tanımadığım için. Ama öyle bir kuşağın insanıyım  ki uzak geçmişimizi unutturuyorlar bize, yakın geçmişimizi tanıttırmıyorlar. Benim de suçum var elbette. Ama... Amasının devamını yazının en sonuna saklıyorum. Ben yine normal bir şekilde devam edeyim yazıma. Osman Şahin, 'Kanımda sumak suyu taşıyorum.' diyor. Mersinli. Çukurova insanı. Mersin-Adana yani Çukurova insanlarını olduğu kadar doğu insanlarını da anlatmış. 23 eseri sinemaya uyarlanmış. Yılmaz Güney, Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray, Fatma Girik, Tarık Akan eserlerini oynayan kişilerden sadece bazıları. Aslında bildiğimiz izlediğimiz filmlerin öykülerinin Osman Şahin olduğunu görünce şaşırıyor insan. Neden bu filmin öyküsünün yazarını merak etmemişim dedim durdum. Kızını damada gelin veriyormuş gibi hissediyormuş her uyarlamada (:

Kızgın Toprak ilk uyarlamaymış eserleri arasındaki.

Sinema başka bir sanat dalı. Öykü ya da roman yazarsın, senle okuyucu arasındadır. Ama sinemaya devlet de karışır. Kitaplarının sinemaya uyarlaması esnasında sansüre çok maruz kalmış. Diyor ki, sigaraya bile sansür koyuyorlar, ses yapıyorlar. 'Aslında o sansürü politikacıların ağzına koymak lazım,' :D

Derman filmi, en çok ödül alan filmmiş. Aslında Hakkari'de geçen bir öykü. Orada karın daha fazla olduğu tünellerin olduğu bir yer varmış. Ama bazı savaş ve sınır durumlarından dolayı devlet Hakkari'de çekim yapılmasına müsade etmemiş, film Ağrı'da çekilmiş. Diyor ki Osman Şahin, 'Büyük bir film olacağına iyi bir film oldu.' (:

O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler.
Yaşar Kemal

Çukurova... Cenneti arayan bir grup insan yürüye dolaşa Çukurova'ya gelir ve cennet burası derler.
Çukurova bereketli olunca insan hırsını çeker, göç alır. Toprak kavgaları alır başını gider. İşte Orhan Kemal Yaşar Kemal Osman Şahin bu kavgaları en doğal haliyle anlatırlar.

Osman Şahin'in sıradaki kitabının adı Mor Cepken. Ve diziye uyarlanacakmış. Ve Türkan Şoray oynayacakmış. İşin magazinsel yönünü bir kenara bırakıp sanatsal ve toplumsal yönüne bakalım Mor Cepken'in.

Bir Türkmen geleneği, yörük geleneği. Her yörük kızının çeyizinde bir mor cepken bulunurmuş. Erkek de bilirmiş tabii. Mor cepken kolay kolay ortaya çıkmazmış. Erkek karısına şiddet uygularsa, kadın mor cepkenini giyer üzerinden hiç çıkarmazmış. Kadın dermiş ki mor cepkeni giyerek 'Kocam bana şiddet uyguluyor, ben de onu boşuyorum!' Boşanan erkek kolay kolay bir başkasıyla evlenemezmiş, karısına şiddet uygulayana kimse kız vermezmiş çünkü! Mor cepken olayını bildiğinden erkek sorunları sevgi yoluyla iyilikle çözmeye çalışırmış, şiddete başvurmazmış. İşte toplumsal baskı dediğin böyle olmalı!

Osman Şahin'e kitap imzalatırken kitabın adına baktı. Ölüm Oyunları. Gülümsedi. 'Ah. Bu evrensel bir öyküdür. Ölümden kaçış olsa da ölüm yakalar.' Heyecanı hiç sönmemişti! Sönmesin de...

Hakan Günday  Sadece bir kişi ya da bir kitap ya da bir sanat dalı, dostlukların ve aşkların başlamasına vesile olmasından bahsedildi. Yekta Kopan ve Hakan Günday dostluğunun kilit ismi Oğuz Ataymış. Hakan Günday hayranları da bir aile gibiymiş (:

Başka kitaplar kadar filmler de ilham kaynağı oluyor. Hatta filmler için şunu söylüyor Hakan Günday, 'Asla gitmeyeceğin çukurları birinin sana anlatması.'

En çok ilham aldığı filmlerden birisinin İyi, Kötü ve Çirkin olduğunu söylüyor. Sebebi ise başroldeki adamın adının olmaması. Her şeye açık. İyi bir malzeme. Türk filmlerinden de Duvara Karşı, en ilham verici bulduğu filmlerden.

Yeni dönem sineması ve edebiyatında yeni bir dil kullanılıyor. Hakan Günday da kendi dilini oluşturmuş bir yazar.

Farklı, bambaşka karakterleri nasıl yazdığı soruldu. Birilerinden ilham mı alıyor yoksa tamamen hayal ürünü mü... Soruya cevabı saatlerce aynaya bakmasıymış. Aynaya bakıyor ve düşünüyor. Aynada her türlü insanı görebileceğinize inanırsanız kimseyi yargılamazsınız.

'Aynaya yeterince bakarsanız kimseyi yargılamazsınız.' Hakan Günday

Hakan Günday eserlerini okuyan birileri bundan ilham alıp resim, şiir, öykü, roman, film... herhangi bir sanat dalında bir ürüne dönüştürünce Hakan Günday büyük büyük bir keyif alıyormuş. Sanatsal tatmin yaşıyormuş.

Kinyas ve Kayra romanının ilk cümlesi 'Asansör 4.katta durdu.' Yıllar sonra baktığı zaman, romanı yazdığı dönemi düşündüğü zaman kendini aşağı yukarı hareket eden kapıları olmayan bir asansörün içinde gibi hissettiğini fark etmiş. Romanları yazarken bulunduğu ruh hali oldukça önemli, görüyoruz ki (:

İyi bir yazar olmadığını düşünüyor. Hiçbir zaman tam olarak istediği gibi yazamayacağını anlamış. En iyi cümleyi yazmaya çalışıyormuş artık. 400 sayfa kötü yazsa da sadece 1 sayfa iyi yazsa, o bile yetiyormuş.

En sevdiğim benzetmesi, küçük yaşlarda belli bir birikime sahip olmadan kaliteli hatta kült metinleri okumak klasik müzik dinleyemeye benzer. Enstrümanların adını bilmiyorsundur, dönemi bilmiyorsundur, hangi senfoni hangi parça, hangi tarz... Ama dinlersin, sana bir şeyler katar. Geliştirir, ilham verir, keyiflendirebilir de...

Nebil Özgentürk televizyoncu, belgeselci, yazar. Adanalı. Yüzlerce yazlık sinemanın olduğu bir başka kent daha yoktu diyor Adana için. 1960 doğumlu. 60lar 70ler 80ler hep biliyor Adana'yı, Adana'ya dairi. İlk Altın Koza Film Şenliğini'de hatırlıyor, 1969.

Adana neden sinemacı ve romancı açısından bu kadar bereketli? Toprak bereketli, insan hırsı çekiyor, toprak kavgaları oluyor ve acılar çekiliyor. Bir de bunları kaleme alan insanlar var. Şöyle başlayayım hatta. Abidin Dino, Adana'ya sürgün gelir. Dedesi Abidin Paşa'nın da bir dönem görev yaptığı şehre. Burada Orhan Kemal ve Yaşar Kemal'i etkiler. Zaten yetenekli insanlar tabii ki de ama İstanbul'a geçmelerinde Abidin Dino etkili olur. İstanbul'a geçerler ve daha çok tanınırlar. Ardından Yılmaz Güney Yaşar Kemal'den etkilenir. İstanbul kapıları Yılmaz Güney'e de açılır.

Yılmaz Güney, içinden nehir geçen, pamuk tarlaları olan yaşadığı, çalıştığı şehri ve bu şehrin insanlarını pek sever ve onları anlatır filmlerinde.

Adana, ülke içinde ayrı bir film cumhuriyeti haline gelir. Adana, Türkan istiyor Filiz istiyor denir hatta.

Adana halkı, otelcileri de kucak açar sinemacılara. Filmler çekilir art arda. Adanalıların ilk filmi Alageyik imiş.

Bir şeyden bahsetti Nebil Özgentürk. Beni çok etkiledi. Orhan Kemal, oğlu Işık (Öğütçü) için bisiklet alamayacak kadar yoksul oldukları bir zamanda intihar etmeyi düşünmüş. Ama yapmamış. Parasız kaldıkları çok zaman olmuş. Kendini çocuklarına karşı çok kötü hissettiği zamanlar olmuş. Şimdiyse, Orhan Kemal eserleri sinemaya, televizyona uyarlanıyor ve telif hakları falan derken eskiden Orhan Kemal'in eline geçmeyen paralar misliyle geçiyor çocukların eline. Acı bir gerçek...

Nebil Özgentürk, umutsuzluktan umut yaratmalıyız, diyerek bitiriyor konuşmasını.

Güzel bir paneldi.
***

















15 Eyl 2014

Nuna

Bir süpürge asılı trafik lambasında. Yorulmuş bir cadı, bekliyor. Düşünüyor. ‘Mekanları birbirine yaklaştırarak azaltmalıyım zamanı. Hayallerime gelenlerin içinden hangilerini gerçekleştirebileceğimi anlamak için hepsini yapmaya çalışamam ya!’ 

Yeşil. Süpürgesini düzeltti, zarif bir hareketle atladı üzerine. En sevdiği sokağın göğüne uçtu. Bulutların içinden geçti önce. Bembeyaz. Temizlenmişti. Mavi gökyüzünde saftı. Rüzgarın sesi arınma müziği. 

Yavaş yavaş alçaldı Nuna. İnsanlara baktı. Birbirlerinden ve de kendilerinden habersiz insanlara. Ruhlarını görebiliyordu. Bedenlerinin istekleriyle sıkışmış ruhlar. Sokak sanatçılarına baktı. Ruhları dans ediyordu. Asasını salladı Nuna. Müzik aletlerinin sesi daha güzel çıkmaya başladı. Yerleri süpüren bir temizlik görevlisi, süpürgeyi mikrofon yapmışa benziyordu. Yüzündeki tebessüm ne çok şey anlatıyordu. Nuna hemen bir büyü yaptı. Temizlik elindeki gerçek bir mikrofonla şarkıya eşlik etmeye başladı. Yaşlı bir amca başını iki yana sallıyordu. Ellerini iki yana açmış, kendini bir uçağın pilotu zanneden küçük çocuk, yaşlı amcaya çarptı. Kaşlarını çatmasına fırsat vermedi Nuna. Asası havada iki yuvarlak çizdi. Yaşlı amcanın dudaklarının yanaklarıyla bitiştiği iki çizgiye kondular. Gülümsüyordu. Bir kapı gıcırtısı müzik sesine karıştı. Derken bir adam belirdi kapıda. Kuyudan çıkar gibi. Su aramak için çıktığı yolda baktığı son kuyunun da kuruduğunu öğrenmişti. Nuna asasını salladı. 
Gözleri suyla doldu adamın. 
Kalbi suyla. 
Ellerinden sular aktı. 

Su, uçak, çello. Sesler. Nuna durdu. Kalbi güm güm. Gözlerini kırpamıyordu. Ağzı tek bir çizgi halindeydi. Gözbebekleri büyümüştü. Nuna dondu. Heykel mi olacaktı bundan sonra? Heykeller ağlayabilirdi belki ama kalpleri atamazdı. Güm güm. Işıklar yanıyor. Ve sönüyor. Işıklar ateşböcekleri gibi. Güm güm. Başında yapraklardan taç olan bir hayalet, davul çalıyor. Güm güm. Gözlerini kapıyor Nuna.
 
1-2-3. Puf. 
‘Nuna. İşte bizim Nunamız. İyi misin?’ 

Taze ekmek kokan bir soruydu. Nuna en ferah gülümsemesini takındı yüzüne. Asasını salladı. Fırıncının kucağına yapraklarının üzerinde hala çiğ taneleri olan papatyalar düştü. Gökyüzünde bir rüzgâr dolandı, bulutların şekilleri değişti. Nuna’nın bal sarısı elbisesi dalgalandı, rüzgâr şapkasını alıp götürdü. Her şeyi ele geçiriyor gibi. Hayalet gibi. Sonra duruldu. Rahat bir nefes aldı Nuna. Uçmaya devam etti.

‘Nunaaaa. İşte bizim Nunamız geldi. Bakııın. Nuna hadi salıncağıma büyü yap. Bulutlara dek uçmak istiyorum.’ Nuna durdu ve gülümsedi. Yanaklarına konan iki baloncuk sayesinde değil hem de. Çocukları görünce gerçekten gülümserdi. Çocuklarda yalan olmaz, kötülük olmaz, kara büyü hiç olmaz. 

Nuna, asasını salladı. Salıncaklar gökyüzüne çıktı, kaydıraklar kocaman havuza bağlandı. Tahterevallide yüksekte kalanın başı bulutlara değdi. Kum havuzunda sadece bir çocuk vardı. Çocuk masmavi gözleriyle göğe baktı. 

‘Söylesene Nuna. Salıncağa binsem gökyüzüne çıksam annemi orada bulabilir miyim? Annem melek ya. Melekler gerçekten gökte mi?’ 

Yalnız hüznü vardır kalbi olanın. Hüzün mavidir. 

Bir damla. Nuna’nın yüzünde. Bir damla daha. Nuna’nın saçlarında. Yağmur.  Çocuklar yuvaya girdiler hemen. 

‘Nuna. İşte bizim Nunamız. Hazır mısın?’ Sararmış yapraklar havada uçuşuyordu. Bu bir çağrıydı. 

Havada asılı bir davul. Hayalet çalıyor. Güm güm. Gözlerini kapıyor Nuna. 
1-2-3.
Canını acıtan bir ışık. Ve hala davul sesi. ‘Gözlerim kamaşıyor. Gökkuşağının rengi, demek hayal kuruyordum.’ 

Bu yazı ilk olarak oykuseckisi.com'da yayınlanmıştır.

11 Eyl 2014

Stüdyo Ghibli

Upuzuuuun zamandır beni bekleyen bir yazı var. Stüdyo Ghibli animeleri. Aslında Hayao Miyazaki animeleri demiştim başlangıçta. Ama Hayao Miyazaki'nin yazdığı bir animeyi Isao Takahata yönetebiliyor ya da başka birisinin yazdığı bir animeyi Hayao Miyazaki yönetebiliyor. Yani birbirinden ayıramıyoruz. Ben de Stüdyo Ghibli yaptım. Şöyle ki aslında blogumda yan tarafta bir liste var. O listeyi tamamladıktan sonra yazacaktım yazısını. Fakat 5 defa Ponyo'yu izlemeye niyetlendim beşinde de sonuna kadar izleyelemedim. İnternet bağlantısı gitti bilgisayar dondu. Derken pes ettim. Dvdsini alıp öyle izleyeyim dedim. Eksik birkaç filmim var. Onları da izleyince yazarım artık.

Stüdyo Ghibli benim için çok özel. Hayao Miyazaki hayranıyım. Hayal gücümü inanılmaz geliştirdiğini düşünüyorum. Çok eğleniyorum izlerken. Hatta üzerinde düşünürken de (: Zihnimde bir yazı taslağı vardı aslında. Sonra D&R'ın sitesinde dolaşırken Stüdyo Ghibli diye bir kitap gördüm. Nasıl sevindiğimi anlatamam! Kalkedon yayınevi çıkarmış. Çeviri bir kitap. Colin Odell ve Michelle Le Blanc yazarları. Ayrıntılı bir inceleme söz konusu. Japonya'ya gidip stüdyoları da görmüşler. Ghibli müzesini de görmüşler :( En büyük hayallerimden birisi Ghibli müzesine gitmek...

Stüdyo Ghibli'de bulutların yeri çok özel olduğu için kitabımı bulutlar arasında çekmek istedim (:

Stüdyo Ghibli kurulmadan önce Takahata'nın ve Miyazaki'nin ayrı ayrı ya da beraber yaptıkları filmler Ghibli zamanı zannedilince bir karmaşa ortaya çıkıyor. Mesela Rüzgarlı Vadi Ghibli öncesidir. Ama benim izlediklerim -Rüzgarlı Vadi hariç- Ghibli ürünleri.

Ghibli'nin kuruluş sürecini anlatmayacağım. Sadece şunları söyleyebilirim, uzun süreli sinema animeleri içerisinde ilklerdendir Ghibli. 

Ghibli'nin kendi içerisinde farklılıkları olduğunu fark etmiştim bu kitabı okumadan önce. Mesela Ateşböceği Mezarlığı, Only Yesterday, Ocean Waves. Gerçekçi, biraz ağır ilerleyen, macera daha az. Bu üçünü Takahata yapmış. Miyazaki'nin animelerine bakıyoruz; Totoro, Ponyo, Yüreğinin Sesi. Hayal gücü ön planda. Gerçekler kurmacayla karıştırılmış da insana öyle sunulmuş. Takahata'nın yaptıklarını küçükler izlerken sıkıntı çekebilirler. Anlayamayabilirler. Şahsen Ateşböceği Mezarlığını çocukların izlemesini istemem. Ben çok ağlamıştım. Miyazaki animelerine bakıyoruz; bir çocuk keyifle izleyebilir ve çok eğlenir. Bir yetişkin de izler, eğlenir ve çıkarımlar da bulunur. Miyazaki animeleri her yaşa hitap eder, her yaşın çıkaracağı anlam farklıdır.

Temalar ve Motifler

İlk aklıma gelen tema çevrecilik. Rüzgarlı Vadi, Ponyo, Gökteki Kale en çarpıcı örnekleri. Animeleri incelerken daha ayrıntılı bir şekilde bahsederiz.
 Uçmak çok önemli. Süpürgeyle, kanatla, zeplinle, uçakla, balonla, farklı aletlerle; hiç fark etmez. Büyümenin, özgürlüğün ya da Totoro'da olduğu gibi dünyayı başka açılardan görmenin metaforu olarak kullanılabilir uçmak.
Çocuklar. Animelerin ana kahramanları çocuklardır. Bu sebepten de insanalar animelere çocuk işi diyebiliyorlar. Halbuki içlerinde kilitli kalmış çocuğu nasıl da unutuyorlar. Her insanın içinde bir çocuk vardır. Birileri kilitler en diplere birileri de yanlarına alır, beraberce keyifli zaman geçirirler. Ben yanıma almaya çalışanlardanım. Bazen unutuyorum çocuk gebbu'yu. Bazense göklere çıkarıyorum (:

Antropomorfizm, insan niteliklerine sahip hayvanlar. Zoomorfizm, karakterlerin büyü, lanetler yüzünden değişmesi. Metamorfoz ise biçim değişikliği için kasten büyü yapılması. Howl'un değişimleri gibi. Büyüler, cadılar, ruhlar, farklı yaratıklar, tanrılar, yarı tanrılar animelerde bolca yer almakta.

Rüzgar ve hava. Benim en sevdiğim motifler. Bulutlar o kadar çok ön plandaki! Bayılıyorum, bayılıyorum. Animeleri izlerken en çok bulutlara bakıyorum açıkçası!

Ruhların Kaçışı animesinden.

İçimizdeki dünyalar. Paralel dünyalar Ghibli animelerinde yer alır. Totoro'daki orman, orman cinleri ve ruhlarının yaşadığı gerçek dünyaya paralel bir yerdir. Ruhların Kaçışı'ndaki paralel dünya ise ürpertici bir yerdir. Fiziksel dünyalar olarak bakmasak da olur. Mesela Yürüyen Şato'da Sophie yaşlı bir kadına dönüşür ve dünyaya bir de öyle bakar. Ya da Yüreğinin Sesi'nde Shizuku yazdığı öykünün karakteri Baron'la hayali bir şekilde fantastik ülkeler turuna çıkar.

Shinto ve Japon Mitolojisi. Shinto tapınakları, tanrılar, ruhlar, Budist efsaneleri. Ayrıntılara dikkat edersek biraz da bilgi edinirsek anlaşılıyor.
  
Sosyal Toplum. Olaylar başka ülkeler de geçse bile Japon kültürünü görebiliyoruz. Mesela Laputa: Gökteki Kale, bir Avrupa ülkesinde geçmektedir. Ama yiyecekleri daha çok Japon kültürüne benzer. Japon okul hayatını Ocean Waves'te görebiliyoruz. Ve benim için önemlisi kadınların toplumdaki yeri. Kiki 13 yaşında evden ayrılır ve yetişkin bir cadı olabilmek için tek başına yaşar. Gökteki Kale'de korsan Mama bir kadındır ve emrindeki erkeklere söz geçirtir. Yerdeniz Öyküleri'nde Tenar tek başına yaşayan cadı ve çiftçi bir kadındır. Kadının yeri ayrıdır ve kadın güçlüdür (: Toplumun her kesiminden insanın hikayesi vardır. Zanaat ve sanat oldukça önemlidir. Madencilik, fırıncılık, çiftçilik, resim, yazarlık gibi... 

Ne yazık ki Hayao Miyazaki yeni animeler yapmayacağını açıkladı. Yanlış hatırlamıyorsam Ghibli de yapmayacağını, hali hazırdaki animelerin pazarlaması için çalışmalar yapacağını açıklamıştı. Ghibli'nin simgesi Totoro. Japonya'da Totoro başta olmak üzere birçok animenin eşyaları, hediyelik ürünleri bulunurken ülkemizde neredeyse hiç yok. Handmade denilen el yapımı işler yapanları bir kenara bırakırsak lisanslı bir ürün ben henüz göremedim ülkemizde. Ghibli lisans konusunda ve dış ülkelere dağıtım konusunda biraz dikkatli imiş. Kitapta öyle yazıyor.

Bu uzun bir yazı oldu. Anime incelemelerini başka postlarla yapsam daha iyi olacak galiba. Animeli günler efendim (:






5 Eyl 2014

Vampirler

Kurt adamlardan sonra sıra vampirlere geldi. İzlediğim filmleri dizileri de yazmış oluyorum.

Vampirler fantastik dünyanın gececileri. Drakula'yı izlemedim açıkçası. Tim Burton yapımı Ed Wood'u izledim geçen gün. Orada Bela Lugosi'yi görünce aklıma düştü lakin şu sıralar biraz yoğunum. Hedeflediğim filmler var. Daha Tim Burton filmlerini tamamlayacağım, Stüdyo Ghibli'yi tamamlayacağım.

Vampir efsanesinin gerçek olmadığını biliyorum. Saplantılı kan içen insanlar bir de bazı bulaşıcı hastalıkların efsaneleşmiş hali. Ama yine de sadece hayal gücüne dayandırılmış olsaydı. Saplantılı insanların varlığı çok korkunç. Neyse. İzlediğim ilk vampir filmiyle başlıyorum.

Vampirle Görüşme



Anne Rice romanı. Tom Cruise. Brad Pitt. Muhteşem olması gerekiyor değil mi? İzlediğim ilk vampir filmi. Ve çok sıkılmıştım. Heyecanlanmam gerekirken. Hareketler konuşmalar çok yavaş. Olayları hatırlamıyorum. Yeniden izleyeyim desem hiç içimden gelmiyor ne kadar sıkıldığımı hatırladıkça.

Hellsing


Bir diğeri Hellsing. Yalnız animenin bütün bölümlerini izlemedim. Mtv anime geceleri oluyordu. Ah ne güzeldi. İple çekerdim anime gecelerini. Annem hiç istemezdi izlememi. E bir de gece yayınlanıyor. Çok kızardı. Ortaokuldaydım. Orada görmüştüm ilk Hellsing'i. Sonra birkaç bölüm izlemiştim. 13 bölüm aslında. Baştan başlayıp izlim bi ara bari :D 

Blade


Blade ilk filmini izlemiştim. Yarı insan yarı vampir Blade'in nefret ettiği vampirleri yok etmeye çalışmasının macerası. Üçlemeyi aslında yeniden izlemem lazım çünkü pek bir şey hatırlamıyorum. Ortaokuldayken izlemiştim sanırsam.

Moonlight



Mick. İzlediğim ilk vampir dizisi olur kendileri. Mutfakta kan torbalarının olduğu sahneler gelir ilk aklıma bu diziyi düşününce. Vampirliği sevmeyen vampir. Karısı vampir yapar Mick'i. Carolyn'den nefret eder. Baba olamayacağı için üzülen Mick'iyi mutlu etmek için üstüne bir de küçük bir kızı kaçırıp vampir yapmaya kalkışır. Mick Carolyn'i yakar. Ama ilerleyen bölümlerde Carolyn yeniden ortaya çıkar. Bağlantıyı hatırlamıyorum. Carolyn'in kaçırdığı kız da büyümüş bir şekilde dizide yer alır. Mick ile aralarında bir şeyler oluyordu ama tam hatırlayamıyorum. Vampir furyasını başlatan dizi olduğu söyleniyor.


Alacakaranlık Serisi


Alacakaranlık serisinin vampirlerini çok sevdim ben. Güneşe çıkabiliyorlar, küle dönmüyorlar. Kazık saplamak öldürmüyor. Güneşte elmas gibi pırlanta gibi parlıyorlar. Bence çok güzel :D Serinin en güzeli Şafak Vakti Part 2. Farklı vampirlerle tanışmak hoşuma gitmişti. Renesmee'yi de çok merak ediyordum. Daha fazla gösterselerdi keşke.

Vampir Günlükleri



Vampir Günlükleri'ni de baştan sona izlemedim. Ekimde 6.sezon başlayacakmış. Elena Damon'ın arkasından yas tutuyormuş bla bla. Ben hangi sezonda kaldım hatırlayamıyorum bile. Elena'nın Damon'a ilgisi vardı ben izlerken ama hala Stefan'la olan ilişkileri daha ön plandaydı. Caroline ve Stefan birlikte olmalı gibi yorumlar okudum. Yuh dedim. Ama baştan sona izleyecek sürekli takip edecek kadar büyük bir ilgim yok diziye karşı. Nina Dabrov'u hiç sevmiyorum. İzlerken de Damon'cı olmadım hiç. Ben hep iyi karakterleri seviyorum napim. Stefan'cıydım ben. En sevdiğim şeylerden birisi vampirlerin güneşe çıkabilmelerini sağlayan yüzük. Mine çiçeği karışımı. Vampir günlüklerinde de vampir mitiyle dalga geçiyorlardı.

True Blood


True Blood izlemeye yeni başladım. Vampirlerle insanların bir arada yaşaması, vampir barları, kan içen kurtadamlar. İlginç bir kurgusu var. Yok yok bu dizide. Sookie paquin'dir. Telepatik güçleri olan bir peri. Vampir krallıkları var. Vampir Kraliçesi Sophie Anne. Bir de vampir kralı var başka bölgelerin. Gümüş Kralı Russell. Daha başka kral kraliçe var mı bilmiyorum. Daha o kadar izlemedim. Yok eyaletlere ayrılmışlar eyalet şerifleri. Yargıçlar. Vampir polisler. Tee vikingler zamanından vampir. Viking kralının oğlu Eric. İlk insanlar zamanından vampir Godric. Hof. Azıcık bölüm izledim neler neler oldu. Şekil değiştirici mi ararsın panter kız mı. Şeytan tanrı Maryann mı istersin. Kurt adamlara kan içirtmek mi dersin. Bir de dövme yapmışlar simge yapmışlar bu kurtadamlara Hitlerin simgesi. Karışık işler. He büyücüleri de unutmamak lazım. En sevdiğim kısım ise vampirlerin insanların evine davet edilmeden girememeleri. Kan çok geldi bana. Bir de fazla açık sahneler. Ekran kapamaktan bıkmazsam bir gün 7 sezonu da tamamlarım belki.

Karanlık Gölgeler


Tim Burton yapımı. Bence en zarif en centilmen en şapşal vampir Barnabas Collins. Johnny Deep olunca tabii. Barnabas'ı bir cadının büyü yoluyla vampire dönüştürmesi diğer birçok vampir hikayesinden oldukça farklı yapıyor. Fakat görünüş tabut gibi faktörler açısından klasik vampir mitine de oldukça benziyor. Tim Burton yapacak da güzel olmayacak.


Being Human


Buradaki vampirleri  hiç sevmiyorum. Burada da yaratıcı vampir, baba-oğul ilişkisi var. Üstte yazmadım da True Blood'da çok fazlaydı. Evladım Pam evladım Jessica filan. Çok itici :D Aidan'ı severim ama. Kurtadam vampir hayalet ev arkadaşları. Ama bu kadar vampir dizileri arasında bence çok gerilerde kalıyor kalite açısından.


Şimdilik vampirli yapımlar bu kadar.

Söz etmeden geçemeyeceğim ben de bu vampir furyasına katılmak istemiştim. Vampirlere bir Türk bakış açısı katmak istemiştim. Bir roman yazıyorum. Ta ki Ali Ural'la tanışana dek :D Bu fikrimden vazgeçmem de çok etkisi var sağ olsun. Şimdiler yazdıklarımı okuyunca ne kadar komik olduklarını fark ediyorum. 

Günümüz Türkiyesi, günümüz Abd'si ve bir de Osmanlı zamanı İstanbul. Geçmişe dönüşler filan oluyordu. Yazarken çok eğlenmiştim. Güzel bir hatıra oldu benim için (:



















31 Ağu 2014

Kurt Adamlar

Nereden çıktı nereden esti tam olarak ben de bilemiyorum ama kurt adamlı filmler diziler postu yapmak istedim. Aslında cadılı, vampirli filan diye devam ettirsem ne güzel olur. Fantastik edebiyatı seviyorum. Fantastiğin karanlık yaratıklarını da seviyorum.

İlk kurt adamlı filmimiz, Harry Potter! Beni yakından tanıyanlar eminim hiç şaşırmamışlardır. Hayatımın merkezlerinden birisi çünkü.

Remus Lupin! Biraz pejmürde vefakâr, cefakâr, hassas kurt adam. Evet gerçekten hassas. Ve de zarif. Ve de merhametli.


Harry Potter'dan önce kurt adamlı bir yapım izledim mi hatırlamıyorum mâlesef. 10 yaşından öncesi izlediğim şeyleri pek hatırlayamıyorum da.

***

Sonra, elbette Alacakaranlık efsanesi! Aa hayır seslerini duyabiliyorum ama ortaokul lise yıllarında sevmeyeniniz var mıydı? Ergen haliyle bile bu seriyi sevmeyen o olgun insanı ayakta alkışlıyorum. Ama sonuçta birçok kurt adamımız ve bir tane de kurt kızımız var bu seride. Ama en favorimiz tabii ki de Jacop!


Renesmee ile mutlu ol Jake. Yarı vampir yarı insan ve bir kurt odam birlikteliği. Tamam sustum.

***

Bir diğeri Being Human dizisi. Diziyi sezon sezon izlemedim açıkçası. Ara ara televizyonda gözüme çarptıkça izledim. Josh'a üzülüyordum. Hani doğuştan filan değil, koca adamken ısırılıyor bir de. Sonra bi baktım, insan olmuş. Ama sevgilisi hâlâ kurt kızdı.


***


Bir diğeri Kore yapımı A Werewolf Boy. Ay çok acıklıydı. Çocukcağız bilimse çalışmalara kurban gitmiş. Aşırı fantastik bir film değil aslında. Biraz daha gerçekçi, bilimsel bir kurtadam. Öyle kurda filan da dönüşmüyor. Yanlış deneyler işte. Çok acıklıydı, ağlamıştım :(


***



Hemlock Grove dizisini de takip etmiyorum. Bir iki bölüm izledim. Çarpık aile ilişkilerini hiç sevmedim. Ama şu Peter'ın kurtadama dönüşüm sahnesi baya tutulmuş. Ay çok kanlıydı. İnsan derisinin soyulup kurt derisi olması. Sonra insana dönüşürken de kurt derisi soyulup insan derisi mi çıkıyor ortaya? Adam katman katman soyula soyula en son hali ne olcek? 



Ya diğer karakter de Roman Godfrey. O da vampir. yanlış anlamadıysam. Alışık olduğumuz vampir mitinden biraz farklı geldi de. Ama adam fazla cool fazla vahşi fazla kanlı.


***

Bir diğeri Dark Shadows. Tim Burton yapımı. Aslında buradaki kurt kız. Ve biz kurt kız olduğunu filmin sonlarında öğreniyoruz. Aslında film içerisinde kızın kuzeni garip sesler çıkarttığını söylemişti. Ailenin ve de bizim anladığımız şey bambaşka bir şeydi tabii. Aslında kız daha bebekken beşiğinde bir cadı büyü yapıyor. Annesinden nasıl sakladı orayı anlamadım tabii. 


***

Ve son olarak en şebek en tatlı en acıklı en özgün en güzel kurt adamlı yapım.

Wolf Children animesi.


Hana üniversite öğrencisidir. Sessiz sakin. Tek başına yaşayan. Derslere imzasız kayıtsız gelen Ookami'yi fark eder. Onunla konuşmaya çalışır. Ookami de sessiz sakin hatta biraz da soğuk birisidir. Aslında birbirlerine gayet uyumludurlar. Sonra birbirlerine aşık olurlar. Ookami türünün son örneği bir kurt adamdır. Hana bunu sorun yapmaz. İki çocukları olur. Yuki büyük olan, kız. Ame küçük olan, erkek. İkisi de kurt adama dönüşebiliyorlardır. Bir gün Ookami yemek bulmak için dışarı çıktığında ölür. Hana iki kuradam bebekle yalnız kalmıştır. Normal çocuklar bile zorken kurt adam olmaları.




Hana şehirde yapamayacağını anlayınca kırsala taşınır. Yaşam mücadelesi, geçinme derdi, çocukları büyütme... İnsan çocukları hakkında kitaplar okurken kurtlar hakkında kitapları da okur. 
Ve çocuklarının kurt mu olacaklarına insan mı olacaklarına karar vermelerini sağlamaya çalışır. Köy hayatı çok güzeldi. Zordu da.



Ame daha içe kapanık, utangaç, çekingen, insanlarla ilişki kurmakta zorlanan bir çocuktu. Büyüdükçe kurt olmaya karar verir. Hana için oldukça zor bir durumdu.

Yuki dışa dönük, neşeli, ilişki kurmada daha rahat bir kızdı. İnsan oldu. Eğitimi için annesinin yanından ayrılmak zorundaydı. Hana yalnız kaldı. Ookami'nin hayaliyle hep beraber...



***

Kurguları bir kenara bırakırsak, gerçek hayatta da kurt çocuklar varmış. Yani genetiksel ve beden olarak değil. Küçük yaşlarda kurtların büyüttüğü çocuklar. 1920lerde Bengalde bir kurt mağarasında bulunan Amala ve Kamala adı verilen iki kız kardeş mesela. Onlar dışında maymun çocuklar da varmış. Afrika'da çocuklar daha bebek yaşlardayken bazı durumlardan ötürü ormana bırakılınca dişi maymunlar sahip çıkıp bakıyorlarmış. Bizim Türk destanlarımızda da dişi kurt tarafından bakılıp beslenen hatta dişi kurttan dünyaya gelen kahramanlarımız da var. İlginç mevzular.











11 Tem 2014

Miss Potter ve Peter Rabbit

Miss Potter yani Beatrix Potter. 1866-1942 yılları arasında İngiltere ve İskoçya'da yaşamış.

ingiliz yazar, illüstratör, doğa bilimci ve çevrecidir. varlıklı bir ailenin kızı olarak evde eğitim görmüş, çocukluğundan itibaren de doğa bilimlerine, hayvanlara ve ingiliz kırsal hayatına büyük ilgi duymuştur. ülkede yetişen sayısız bitki ve mantarla pek çok fosilin çizimlerini yapmış ve ancak kadınların sosyal hayatta sadece bir eş olarak kalması gerektiğini düşünen viktoryen dönemde ilk çalışmaları sonuçsuz kalmıştır.

İşte bu çabalarını işliyor Miss Potter filminde. 17.yüzyıldan sonra önem kazanan Çocuk Edebiyatı ile ilgilenen bir kadın. Toplumsal yaşamda eş ve anne olma dışında gorev verilmeyen asıl sınıftan bir kadın. Kimsenin desteğini alamadan birçok yayınevinin kapısını çalıyor fakat olumsuz sonuçlarla karşılaşıyor.


1902 yılında frederick warne & co. adlı yayınevi tarafından basılan the tale of peter rabbit adlı çocuk kitabından sonra adı duyulmuş, sonraki yirmi yıl içinde 23 kadar kitap yazmış ve resimlemiştir.


Her şeye rağmen hayallerini gerçekleştiriyor.






Beatrix Potter sürekli masallar uyduruyor. Hatta kendisi ve kardeşine masal anlatmakla görevli hizmetçisine bile. Ve sürekli resim çiziyor. Şehirden, insanlardan, kurallardan uzak çizdiği hayvan arkadaşlarıyla mutlu. Annesiyle hiç geçinemiyor. Aşkı 30 yaşından sonra tadıyor. Kitabı 32 yaşında 'The Tale of Peter Rabbit' basılıyor.


Bu filmde çok şey görüyorsunuz.

Sınıfsal ayrımları, yayınevlerinin yazarlara ve eserlere tutumunu, kadınların toplumdaki yerini, ailelerin çocukları üzerindeki etkilerini, çocukların toplumdaki yerini, kurallar, davetler, ekonomi, sanayileşme....

İzlemesini bilirseniz pek çok eleştiri...



Hayallerin ve hedefterin sana ulaşılmaz mı geliyor?
Kimsenin desteğini alamadığını mı düşünüyorsun?

Bu filmi izledikten sonra harekete geç.
Beatrix Potter sana ilham olsun. İstedikten ve çabaladıktan sonra her şeyi yapabilirsin. İlk seferinde hemen her şey güzel olmayabilir. Bununla birlikte denemekten asla vazgeçme.






2 Tem 2014

Liliyar



Sezai Karakoç'un Liliyar şiirini biliyor musunuz?

Peki bir film üzerine yazıldığını?

Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin
Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı
Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lilinin çekip gideceği besbelli
Lilinin dönüp geleceği besbelli

Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil

-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili

Lilinin güneşin altında duruşu yok mu
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu
Lilinin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı
Lilinin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu

Ben konuşmasını bilmem Lili
Sezai Karakoç

***

Film şiir kadar güzeldi.
Saf ve masum ve mahzun bir kız Lili.
Film boyunca büyümesini izledik. Before'lardan sonra iflah olmaz romantik bana çok iyi geldi.
Film 1953'lerde çekilmiş. Geçmiş zamanda biraz soluklanmak isterseniz, panayır görmek isterseniz ve Sezai Karakoç'un filme bakışını anlamak isterseniz mutlaka izlemelisiniz.




***

Filmden kareler ve şiirden mısralar birleştirilerek bir video hazırlanmış. Keyifli seyirler (:




Ben konuşmasını bilmem lili


1 Tem 2014

Before'lar

Before Sunrise, Sunset, Midnight. Merak ettiğim bir üçlemeydi. Bu seneyi üçlemeler senesi ilan ediyorum kendi adıma :D Birçok üçleme film seyrettim. Zamanla paylaşacağım (:

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Beğenmediğim yerler var elbette! 
En çok ilk filmi sevdim, Before Sunrise.


20'li yaşlarda Amerikalı Jesse Fransız Celine.
Bir tren yolculuğu. Viyana.
Jesse ve Celine arasında bir şeyler olurken biz şehir turu yapıyoruz. Viyana'ya gitmek istiyorum! ((:
Diğer iki filme göre en masumuydu belki de. Daha mı saflardı daha mı aşıklardı... Bilemiyorum. İflah olmaz bir romantik olduğum için yeni bir aşkın doğuşu... Beni mest etti. Celine'in tüm o dünyayı kurtarma fikirleri, çok bendendi. Yaşları itibariyle de kendimi yakın hissetmiş de olabilirim (: Tüm o uzak mesafe ilişkisi vıdı vıdılarına çok sinirlendim. Kesin buluşamayacaklar dedim. Ta taaa. Diğer filme geçmem gerekiyor neler olduğunu öğrenmem için. 

İkinci film Before Sunset


İkinci film Jesse'nin imza günü-söyleşisiyle başlıyor. Beni kalbimden vuran ilk sahneler. Hani yazar olmak istiyorum ya (: Fransa'da bir imza günü. Jesse. İlk filmden 9 yıl sonra. 30'unu çoktan aşmışlar. Sonra Celine görünüyor ekranda. 9 yıl sonra ilk defa karşılaşıyorlar. Hayal kırıklığı. Ben demiştim ama buluşamayacaklar diye. Neyse. Fransa sokaklarında harika bir gezinti. Film sadece Jesse ile Celine'nin yaklaşık 80 dakikasını anlatıyor. Jesse evlenmiş, 1 çocuğu var imiş. Eşini harika anne harika öğretmen iyi bir eş olarak tanımlıyor. (Lütfen buraya dikkat.) Açıkçası bu filmde sıkıldım. Sadece konuştular konuştular konuştular. Evet dünya hakkında sanat hakkında aşk hakkında konuştular. Sonu yine belirsiz bir şekilde bitti. Jesse uçağını kaçıracak gibi gözüküyordu. Devamı için bir sonraki film.

Before Midnight


Çoluk çocuğa karışmış buluyoruz karakterlerimizi. Hem de 40'ı devirmişler.  Jesse harika dediği eşinden ayrılmış ve kadın tam bir psikopata dönüşmüş. Filmin ilerleyen dakikalarında ilişkilerinin nasıl geliştiğini öğreniyoruz. İkiz çocukları olmuş ama evlenmemişler. Celine inanılmaz bir feminist. Tamam ben de feminist düşünüyorum ama Celine paranoyak olmuş. Yunanistan'da tatildeler. Yazarlarla birlikte. Jesse 3.kitabı üzerine çalışıyor. Çok hoş bir tatile benziyor. Sarma bile sardılar yani o derece ((:
Ama bam. Celine aslında tatilden hiç memnun değilmiş. İlişkiler üzerine bir sürü tantana. Beni inanılmaz derecede korkuttu evlilik hakkında. Üçlemede en az sevdiğim film bu oldu. 
Sonu yine belirsiz. Acaba bir before daha gelecek mi?



Beklentilerimi karşılamadı açıkçası. Üç film de.
Yani sevdiğim şeyler var elbette.

Üç farklı ülkede üç farklı şehirde geçmesi.
Filmlerin kısa süreli anları anlatması
İlişkiler üzerine farklı bakış açıları
Dünyada yaşananlar hakkında ironiler

Kültürel yozlaşmanın bu kadar fazla olması, çok üzücü. Kime göre neye göre diyebilirsiniz. Bana göre elbette. Benim düşüncelerim bunlar.

Romantizm saf halde değil, içgüdülerle ve bedensel isteklerle çok birleşmiş. Sadece ilk filmde az da olsa görebildim saf duyguları.

Yani kısacası, izlemezseniz çok şey kaybetmezsiniz.