18 Eyl 2014

Altın Koza Sinema ve Edebiyat Üzerine




Köklerime dek Adanalı olduğumu biliyordur blogumu takip edenler. Bugün Adanalı olmaktan bir kez daha gurur duydum. Altın Koza Film Festivali devam ediyor. Ve bugün bir film festivalinde ilk defa edebiyat oturumu yapıldı.

Sinema ve Edebiyat üzerine Yekta Kopan moderatörlüğünde Ahmet Ümit, Osman Şahin, Hakan Günday, Nebil Özgentürk isimlerini dinledik. Adanalıyım ama Adana hakkında birçok bilgi edindim. Ne çok şey bilmiyormuşum! Edebiyat ve sinema üzerine de birçok şey öğrendim. Böyle kulaklarımdan filan bilgiler fışkıracak diye korkuyorum. Dopdoluyum! Elimden geldiğince yazmaya çalışacağım. Elbette ki bir not defteri götürmüştüm yanıma. Güzel notlar almaya çalıştım da hem dinleyip hem not tutma konusunda sıkıntılar yaşayan birisiyim :D Yazamadığım çok şey var.

Yekta Kopan'ın sesi ne kadar da huzur verici! Sahne biraz yüksek olduğu için kendilerinin biraz yukarıda olmasından rahatsız olduğunu söyledi Yekta Kopan. Sosyal yaşamda da yazarın okurdan üstün olduğunu düşünmüyormuş. Ve ekliyor 'Farz edin ki evin salonundayız.' Gayet samimi bir söyleşiydi. Yekta Kopan olmasaydı moderatör olarak, bu kadar samimi ve de komik olur muydu bilemeyeceğim (:

Ahmet Ümit ile başladık. Adana'ya ilk 16 yaşında gelmiş. Bir tiyatro oyunu için gelmişler. Sıcağından dem vurdu (:

Romanlarının sinemaya ve televizyona uyarlanmasından, başka bir sanat dalını beslemekten gayet hoşnut.

Edebiyatın sinemaya göre daha demokratik olduğunu söylüyor. Edebiyat okuyana ve yazana aittir.

Ahmet Ümit için yerli Stephen King, yerli Dan Brown diyorlarmış, ne düşündüğünü sordu bir dinleyici. Yekta Kopan sözü aldı önce. Biz Doğuluların yerli Madonna yerli Messi yerli Dan Brown gibi yabancı isimlerin taklitleri ya da özdeşleştirmelerin yanlış olduğunu söyledi. Biz biz'iz ve özgünüz (:

Ahmet Ümit, romanlarında okurun karakterlerle özdeşleşmesini istediğini söylüyor. Öyle bir karakter oluşturmalı ki insan ruhunu anlatsın. Heyecanlı hikayeler anlatıyor evet, polisiye, cinayet, iyilik, kötülük, hırs,... Hepsi insana ait duygular.

10000 yıl daha yaşasam yine yazmaktan sıkılmam, bu coğrafyadan hikaye fışkırıyor, diyor (:

İlham aldığı yazarları da şöyle sıralıyor:

Orhan Kemal
Osman Şahin
Dostoyevski
Shakespeare

***

Osman Şahin  ile devam ediyoruz. Kendi adıma çok utandım. Böyle bir değeri tanımadığım için. Ama öyle bir kuşağın insanıyım  ki uzak geçmişimizi unutturuyorlar bize, yakın geçmişimizi tanıttırmıyorlar. Benim de suçum var elbette. Ama... Amasının devamını yazının en sonuna saklıyorum. Ben yine normal bir şekilde devam edeyim yazıma. Osman Şahin, 'Kanımda sumak suyu taşıyorum.' diyor. Mersinli. Çukurova insanı. Mersin-Adana yani Çukurova insanlarını olduğu kadar doğu insanlarını da anlatmış. 23 eseri sinemaya uyarlanmış. Yılmaz Güney, Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray, Fatma Girik, Tarık Akan eserlerini oynayan kişilerden sadece bazıları. Aslında bildiğimiz izlediğimiz filmlerin öykülerinin Osman Şahin olduğunu görünce şaşırıyor insan. Neden bu filmin öyküsünün yazarını merak etmemişim dedim durdum. Kızını damada gelin veriyormuş gibi hissediyormuş her uyarlamada (:

Kızgın Toprak ilk uyarlamaymış eserleri arasındaki.

Sinema başka bir sanat dalı. Öykü ya da roman yazarsın, senle okuyucu arasındadır. Ama sinemaya devlet de karışır. Kitaplarının sinemaya uyarlaması esnasında sansüre çok maruz kalmış. Diyor ki, sigaraya bile sansür koyuyorlar, ses yapıyorlar. 'Aslında o sansürü politikacıların ağzına koymak lazım,' :D

Derman filmi, en çok ödül alan filmmiş. Aslında Hakkari'de geçen bir öykü. Orada karın daha fazla olduğu tünellerin olduğu bir yer varmış. Ama bazı savaş ve sınır durumlarından dolayı devlet Hakkari'de çekim yapılmasına müsade etmemiş, film Ağrı'da çekilmiş. Diyor ki Osman Şahin, 'Büyük bir film olacağına iyi bir film oldu.' (:

O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler.
Yaşar Kemal

Çukurova... Cenneti arayan bir grup insan yürüye dolaşa Çukurova'ya gelir ve cennet burası derler.
Çukurova bereketli olunca insan hırsını çeker, göç alır. Toprak kavgaları alır başını gider. İşte Orhan Kemal Yaşar Kemal Osman Şahin bu kavgaları en doğal haliyle anlatırlar.

Osman Şahin'in sıradaki kitabının adı Mor Cepken. Ve diziye uyarlanacakmış. Ve Türkan Şoray oynayacakmış. İşin magazinsel yönünü bir kenara bırakıp sanatsal ve toplumsal yönüne bakalım Mor Cepken'in.

Bir Türkmen geleneği, yörük geleneği. Her yörük kızının çeyizinde bir mor cepken bulunurmuş. Erkek de bilirmiş tabii. Mor cepken kolay kolay ortaya çıkmazmış. Erkek karısına şiddet uygularsa, kadın mor cepkenini giyer üzerinden hiç çıkarmazmış. Kadın dermiş ki mor cepkeni giyerek 'Kocam bana şiddet uyguluyor, ben de onu boşuyorum!' Boşanan erkek kolay kolay bir başkasıyla evlenemezmiş, karısına şiddet uygulayana kimse kız vermezmiş çünkü! Mor cepken olayını bildiğinden erkek sorunları sevgi yoluyla iyilikle çözmeye çalışırmış, şiddete başvurmazmış. İşte toplumsal baskı dediğin böyle olmalı!

Osman Şahin'e kitap imzalatırken kitabın adına baktı. Ölüm Oyunları. Gülümsedi. 'Ah. Bu evrensel bir öyküdür. Ölümden kaçış olsa da ölüm yakalar.' Heyecanı hiç sönmemişti! Sönmesin de...

Hakan Günday  Sadece bir kişi ya da bir kitap ya da bir sanat dalı, dostlukların ve aşkların başlamasına vesile olmasından bahsedildi. Yekta Kopan ve Hakan Günday dostluğunun kilit ismi Oğuz Ataymış. Hakan Günday hayranları da bir aile gibiymiş (:

Başka kitaplar kadar filmler de ilham kaynağı oluyor. Hatta filmler için şunu söylüyor Hakan Günday, 'Asla gitmeyeceğin çukurları birinin sana anlatması.'

En çok ilham aldığı filmlerden birisinin İyi, Kötü ve Çirkin olduğunu söylüyor. Sebebi ise başroldeki adamın adının olmaması. Her şeye açık. İyi bir malzeme. Türk filmlerinden de Duvara Karşı, en ilham verici bulduğu filmlerden.

Yeni dönem sineması ve edebiyatında yeni bir dil kullanılıyor. Hakan Günday da kendi dilini oluşturmuş bir yazar.

Farklı, bambaşka karakterleri nasıl yazdığı soruldu. Birilerinden ilham mı alıyor yoksa tamamen hayal ürünü mü... Soruya cevabı saatlerce aynaya bakmasıymış. Aynaya bakıyor ve düşünüyor. Aynada her türlü insanı görebileceğinize inanırsanız kimseyi yargılamazsınız.

'Aynaya yeterince bakarsanız kimseyi yargılamazsınız.' Hakan Günday

Hakan Günday eserlerini okuyan birileri bundan ilham alıp resim, şiir, öykü, roman, film... herhangi bir sanat dalında bir ürüne dönüştürünce Hakan Günday büyük büyük bir keyif alıyormuş. Sanatsal tatmin yaşıyormuş.

Kinyas ve Kayra romanının ilk cümlesi 'Asansör 4.katta durdu.' Yıllar sonra baktığı zaman, romanı yazdığı dönemi düşündüğü zaman kendini aşağı yukarı hareket eden kapıları olmayan bir asansörün içinde gibi hissettiğini fark etmiş. Romanları yazarken bulunduğu ruh hali oldukça önemli, görüyoruz ki (:

İyi bir yazar olmadığını düşünüyor. Hiçbir zaman tam olarak istediği gibi yazamayacağını anlamış. En iyi cümleyi yazmaya çalışıyormuş artık. 400 sayfa kötü yazsa da sadece 1 sayfa iyi yazsa, o bile yetiyormuş.

En sevdiğim benzetmesi, küçük yaşlarda belli bir birikime sahip olmadan kaliteli hatta kült metinleri okumak klasik müzik dinleyemeye benzer. Enstrümanların adını bilmiyorsundur, dönemi bilmiyorsundur, hangi senfoni hangi parça, hangi tarz... Ama dinlersin, sana bir şeyler katar. Geliştirir, ilham verir, keyiflendirebilir de...

Nebil Özgentürk televizyoncu, belgeselci, yazar. Adanalı. Yüzlerce yazlık sinemanın olduğu bir başka kent daha yoktu diyor Adana için. 1960 doğumlu. 60lar 70ler 80ler hep biliyor Adana'yı, Adana'ya dairi. İlk Altın Koza Film Şenliğini'de hatırlıyor, 1969.

Adana neden sinemacı ve romancı açısından bu kadar bereketli? Toprak bereketli, insan hırsı çekiyor, toprak kavgaları oluyor ve acılar çekiliyor. Bir de bunları kaleme alan insanlar var. Şöyle başlayayım hatta. Abidin Dino, Adana'ya sürgün gelir. Dedesi Abidin Paşa'nın da bir dönem görev yaptığı şehre. Burada Orhan Kemal ve Yaşar Kemal'i etkiler. Zaten yetenekli insanlar tabii ki de ama İstanbul'a geçmelerinde Abidin Dino etkili olur. İstanbul'a geçerler ve daha çok tanınırlar. Ardından Yılmaz Güney Yaşar Kemal'den etkilenir. İstanbul kapıları Yılmaz Güney'e de açılır.

Yılmaz Güney, içinden nehir geçen, pamuk tarlaları olan yaşadığı, çalıştığı şehri ve bu şehrin insanlarını pek sever ve onları anlatır filmlerinde.

Adana, ülke içinde ayrı bir film cumhuriyeti haline gelir. Adana, Türkan istiyor Filiz istiyor denir hatta.

Adana halkı, otelcileri de kucak açar sinemacılara. Filmler çekilir art arda. Adanalıların ilk filmi Alageyik imiş.

Bir şeyden bahsetti Nebil Özgentürk. Beni çok etkiledi. Orhan Kemal, oğlu Işık (Öğütçü) için bisiklet alamayacak kadar yoksul oldukları bir zamanda intihar etmeyi düşünmüş. Ama yapmamış. Parasız kaldıkları çok zaman olmuş. Kendini çocuklarına karşı çok kötü hissettiği zamanlar olmuş. Şimdiyse, Orhan Kemal eserleri sinemaya, televizyona uyarlanıyor ve telif hakları falan derken eskiden Orhan Kemal'in eline geçmeyen paralar misliyle geçiyor çocukların eline. Acı bir gerçek...

Nebil Özgentürk, umutsuzluktan umut yaratmalıyız, diyerek bitiriyor konuşmasını.

Güzel bir paneldi.
***

















15 Eyl 2014

Nuna

Bir süpürge asılı trafik lambasında. Yorulmuş bir cadı, bekliyor. Düşünüyor. ‘Mekanları birbirine yaklaştırarak azaltmalıyım zamanı. Hayallerime gelenlerin içinden hangilerini gerçekleştirebileceğimi anlamak için hepsini yapmaya çalışamam ya!’ 

Yeşil. Süpürgesini düzeltti, zarif bir hareketle atladı üzerine. En sevdiği sokağın göğüne uçtu. Bulutların içinden geçti önce. Bembeyaz. Temizlenmişti. Mavi gökyüzünde saftı. Rüzgarın sesi arınma müziği. 

Yavaş yavaş alçaldı Nuna. İnsanlara baktı. Birbirlerinden ve de kendilerinden habersiz insanlara. Ruhlarını görebiliyordu. Bedenlerinin istekleriyle sıkışmış ruhlar. Sokak sanatçılarına baktı. Ruhları dans ediyordu. Asasını salladı Nuna. Müzik aletlerinin sesi daha güzel çıkmaya başladı. Yerleri süpüren bir temizlik görevlisi, süpürgeyi mikrofon yapmışa benziyordu. Yüzündeki tebessüm ne çok şey anlatıyordu. Nuna hemen bir büyü yaptı. Temizlik elindeki gerçek bir mikrofonla şarkıya eşlik etmeye başladı. Yaşlı bir amca başını iki yana sallıyordu. Ellerini iki yana açmış, kendini bir uçağın pilotu zanneden küçük çocuk, yaşlı amcaya çarptı. Kaşlarını çatmasına fırsat vermedi Nuna. Asası havada iki yuvarlak çizdi. Yaşlı amcanın dudaklarının yanaklarıyla bitiştiği iki çizgiye kondular. Gülümsüyordu. Bir kapı gıcırtısı müzik sesine karıştı. Derken bir adam belirdi kapıda. Kuyudan çıkar gibi. Su aramak için çıktığı yolda baktığı son kuyunun da kuruduğunu öğrenmişti. Nuna asasını salladı. 
Gözleri suyla doldu adamın. 
Kalbi suyla. 
Ellerinden sular aktı. 

Su, uçak, çello. Sesler. Nuna durdu. Kalbi güm güm. Gözlerini kırpamıyordu. Ağzı tek bir çizgi halindeydi. Gözbebekleri büyümüştü. Nuna dondu. Heykel mi olacaktı bundan sonra? Heykeller ağlayabilirdi belki ama kalpleri atamazdı. Güm güm. Işıklar yanıyor. Ve sönüyor. Işıklar ateşböcekleri gibi. Güm güm. Başında yapraklardan taç olan bir hayalet, davul çalıyor. Güm güm. Gözlerini kapıyor Nuna.
 
1-2-3. Puf. 
‘Nuna. İşte bizim Nunamız. İyi misin?’ 

Taze ekmek kokan bir soruydu. Nuna en ferah gülümsemesini takındı yüzüne. Asasını salladı. Fırıncının kucağına yapraklarının üzerinde hala çiğ taneleri olan papatyalar düştü. Gökyüzünde bir rüzgâr dolandı, bulutların şekilleri değişti. Nuna’nın bal sarısı elbisesi dalgalandı, rüzgâr şapkasını alıp götürdü. Her şeyi ele geçiriyor gibi. Hayalet gibi. Sonra duruldu. Rahat bir nefes aldı Nuna. Uçmaya devam etti.

‘Nunaaaa. İşte bizim Nunamız geldi. Bakııın. Nuna hadi salıncağıma büyü yap. Bulutlara dek uçmak istiyorum.’ Nuna durdu ve gülümsedi. Yanaklarına konan iki baloncuk sayesinde değil hem de. Çocukları görünce gerçekten gülümserdi. Çocuklarda yalan olmaz, kötülük olmaz, kara büyü hiç olmaz. 

Nuna, asasını salladı. Salıncaklar gökyüzüne çıktı, kaydıraklar kocaman havuza bağlandı. Tahterevallide yüksekte kalanın başı bulutlara değdi. Kum havuzunda sadece bir çocuk vardı. Çocuk masmavi gözleriyle göğe baktı. 

‘Söylesene Nuna. Salıncağa binsem gökyüzüne çıksam annemi orada bulabilir miyim? Annem melek ya. Melekler gerçekten gökte mi?’ 

Yalnız hüznü vardır kalbi olanın. Hüzün mavidir. 

Bir damla. Nuna’nın yüzünde. Bir damla daha. Nuna’nın saçlarında. Yağmur.  Çocuklar yuvaya girdiler hemen. 

‘Nuna. İşte bizim Nunamız. Hazır mısın?’ Sararmış yapraklar havada uçuşuyordu. Bu bir çağrıydı. 

Havada asılı bir davul. Hayalet çalıyor. Güm güm. Gözlerini kapıyor Nuna. 
1-2-3.
Canını acıtan bir ışık. Ve hala davul sesi. ‘Gözlerim kamaşıyor. Gökkuşağının rengi, demek hayal kuruyordum.’ 

Bu yazı ilk olarak oykuseckisi.com'da yayınlanmıştır.

11 Eyl 2014

Stüdyo Ghibli

Upuzuuuun zamandır beni bekleyen bir yazı var. Stüdyo Ghibli animeleri. Aslında Hayao Miyazaki animeleri demiştim başlangıçta. Ama Hayao Miyazaki'nin yazdığı bir animeyi Isao Takahata yönetebiliyor ya da başka birisinin yazdığı bir animeyi Hayao Miyazaki yönetebiliyor. Yani birbirinden ayıramıyoruz. Ben de Stüdyo Ghibli yaptım. Şöyle ki aslında blogumda yan tarafta bir liste var. O listeyi tamamladıktan sonra yazacaktım yazısını. Fakat 5 defa Ponyo'yu izlemeye niyetlendim beşinde de sonuna kadar izleyelemedim. İnternet bağlantısı gitti bilgisayar dondu. Derken pes ettim. Dvdsini alıp öyle izleyeyim dedim. Eksik birkaç filmim var. Onları da izleyince yazarım artık.

Stüdyo Ghibli benim için çok özel. Hayao Miyazaki hayranıyım. Hayal gücümü inanılmaz geliştirdiğini düşünüyorum. Çok eğleniyorum izlerken. Hatta üzerinde düşünürken de (: Zihnimde bir yazı taslağı vardı aslında. Sonra D&R'ın sitesinde dolaşırken Stüdyo Ghibli diye bir kitap gördüm. Nasıl sevindiğimi anlatamam! Kalkedon yayınevi çıkarmış. Çeviri bir kitap. Colin Odell ve Michelle Le Blanc yazarları. Ayrıntılı bir inceleme söz konusu. Japonya'ya gidip stüdyoları da görmüşler. Ghibli müzesini de görmüşler :( En büyük hayallerimden birisi Ghibli müzesine gitmek...

Stüdyo Ghibli'de bulutların yeri çok özel olduğu için kitabımı bulutlar arasında çekmek istedim (:

Stüdyo Ghibli kurulmadan önce Takahata'nın ve Miyazaki'nin ayrı ayrı ya da beraber yaptıkları filmler Ghibli zamanı zannedilince bir karmaşa ortaya çıkıyor. Mesela Rüzgarlı Vadi Ghibli öncesidir. Ama benim izlediklerim -Rüzgarlı Vadi hariç- Ghibli ürünleri.

Ghibli'nin kuruluş sürecini anlatmayacağım. Sadece şunları söyleyebilirim, uzun süreli sinema animeleri içerisinde ilklerdendir Ghibli. 

Ghibli'nin kendi içerisinde farklılıkları olduğunu fark etmiştim bu kitabı okumadan önce. Mesela Ateşböceği Mezarlığı, Only Yesterday, Ocean Waves. Gerçekçi, biraz ağır ilerleyen, macera daha az. Bu üçünü Takahata yapmış. Miyazaki'nin animelerine bakıyoruz; Totoro, Ponyo, Yüreğinin Sesi. Hayal gücü ön planda. Gerçekler kurmacayla karıştırılmış da insana öyle sunulmuş. Takahata'nın yaptıklarını küçükler izlerken sıkıntı çekebilirler. Anlayamayabilirler. Şahsen Ateşböceği Mezarlığını çocukların izlemesini istemem. Ben çok ağlamıştım. Miyazaki animelerine bakıyoruz; bir çocuk keyifle izleyebilir ve çok eğlenir. Bir yetişkin de izler, eğlenir ve çıkarımlar da bulunur. Miyazaki animeleri her yaşa hitap eder, her yaşın çıkaracağı anlam farklıdır.

Temalar ve Motifler

İlk aklıma gelen tema çevrecilik. Rüzgarlı Vadi, Ponyo, Gökteki Kale en çarpıcı örnekleri. Animeleri incelerken daha ayrıntılı bir şekilde bahsederiz.
 Uçmak çok önemli. Süpürgeyle, kanatla, zeplinle, uçakla, balonla, farklı aletlerle; hiç fark etmez. Büyümenin, özgürlüğün ya da Totoro'da olduğu gibi dünyayı başka açılardan görmenin metaforu olarak kullanılabilir uçmak.
Çocuklar. Animelerin ana kahramanları çocuklardır. Bu sebepten de insanalar animelere çocuk işi diyebiliyorlar. Halbuki içlerinde kilitli kalmış çocuğu nasıl da unutuyorlar. Her insanın içinde bir çocuk vardır. Birileri kilitler en diplere birileri de yanlarına alır, beraberce keyifli zaman geçirirler. Ben yanıma almaya çalışanlardanım. Bazen unutuyorum çocuk gebbu'yu. Bazense göklere çıkarıyorum (:

Antropomorfizm, insan niteliklerine sahip hayvanlar. Zoomorfizm, karakterlerin büyü, lanetler yüzünden değişmesi. Metamorfoz ise biçim değişikliği için kasten büyü yapılması. Howl'un değişimleri gibi. Büyüler, cadılar, ruhlar, farklı yaratıklar, tanrılar, yarı tanrılar animelerde bolca yer almakta.

Rüzgar ve hava. Benim en sevdiğim motifler. Bulutlar o kadar çok ön plandaki! Bayılıyorum, bayılıyorum. Animeleri izlerken en çok bulutlara bakıyorum açıkçası!

Ruhların Kaçışı animesinden.

İçimizdeki dünyalar. Paralel dünyalar Ghibli animelerinde yer alır. Totoro'daki orman, orman cinleri ve ruhlarının yaşadığı gerçek dünyaya paralel bir yerdir. Ruhların Kaçışı'ndaki paralel dünya ise ürpertici bir yerdir. Fiziksel dünyalar olarak bakmasak da olur. Mesela Yürüyen Şato'da Sophie yaşlı bir kadına dönüşür ve dünyaya bir de öyle bakar. Ya da Yüreğinin Sesi'nde Shizuku yazdığı öykünün karakteri Baron'la hayali bir şekilde fantastik ülkeler turuna çıkar.

Shinto ve Japon Mitolojisi. Shinto tapınakları, tanrılar, ruhlar, Budist efsaneleri. Ayrıntılara dikkat edersek biraz da bilgi edinirsek anlaşılıyor.
  
Sosyal Toplum. Olaylar başka ülkeler de geçse bile Japon kültürünü görebiliyoruz. Mesela Laputa: Gökteki Kale, bir Avrupa ülkesinde geçmektedir. Ama yiyecekleri daha çok Japon kültürüne benzer. Japon okul hayatını Ocean Waves'te görebiliyoruz. Ve benim için önemlisi kadınların toplumdaki yeri. Kiki 13 yaşında evden ayrılır ve yetişkin bir cadı olabilmek için tek başına yaşar. Gökteki Kale'de korsan Mama bir kadındır ve emrindeki erkeklere söz geçirtir. Yerdeniz Öyküleri'nde Tenar tek başına yaşayan cadı ve çiftçi bir kadındır. Kadının yeri ayrıdır ve kadın güçlüdür (: Toplumun her kesiminden insanın hikayesi vardır. Zanaat ve sanat oldukça önemlidir. Madencilik, fırıncılık, çiftçilik, resim, yazarlık gibi... 

Ne yazık ki Hayao Miyazaki yeni animeler yapmayacağını açıkladı. Yanlış hatırlamıyorsam Ghibli de yapmayacağını, hali hazırdaki animelerin pazarlaması için çalışmalar yapacağını açıklamıştı. Ghibli'nin simgesi Totoro. Japonya'da Totoro başta olmak üzere birçok animenin eşyaları, hediyelik ürünleri bulunurken ülkemizde neredeyse hiç yok. Handmade denilen el yapımı işler yapanları bir kenara bırakırsak lisanslı bir ürün ben henüz göremedim ülkemizde. Ghibli lisans konusunda ve dış ülkelere dağıtım konusunda biraz dikkatli imiş. Kitapta öyle yazıyor.

Bu uzun bir yazı oldu. Anime incelemelerini başka postlarla yapsam daha iyi olacak galiba. Animeli günler efendim (:






5 Eyl 2014

Vampirler

Kurt adamlardan sonra sıra vampirlere geldi. İzlediğim filmleri dizileri de yazmış oluyorum.

Vampirler fantastik dünyanın gececileri. Drakula'yı izlemedim açıkçası. Tim Burton yapımı Ed Wood'u izledim geçen gün. Orada Bela Lugosi'yi görünce aklıma düştü lakin şu sıralar biraz yoğunum. Hedeflediğim filmler var. Daha Tim Burton filmlerini tamamlayacağım, Stüdyo Ghibli'yi tamamlayacağım.

Vampir efsanesinin gerçek olmadığını biliyorum. Saplantılı kan içen insanlar bir de bazı bulaşıcı hastalıkların efsaneleşmiş hali. Ama yine de sadece hayal gücüne dayandırılmış olsaydı. Saplantılı insanların varlığı çok korkunç. Neyse. İzlediğim ilk vampir filmiyle başlıyorum.

Vampirle Görüşme



Anne Rice romanı. Tom Cruise. Brad Pitt. Muhteşem olması gerekiyor değil mi? İzlediğim ilk vampir filmi. Ve çok sıkılmıştım. Heyecanlanmam gerekirken. Hareketler konuşmalar çok yavaş. Olayları hatırlamıyorum. Yeniden izleyeyim desem hiç içimden gelmiyor ne kadar sıkıldığımı hatırladıkça.

Hellsing


Bir diğeri Hellsing. Yalnız animenin bütün bölümlerini izlemedim. Mtv anime geceleri oluyordu. Ah ne güzeldi. İple çekerdim anime gecelerini. Annem hiç istemezdi izlememi. E bir de gece yayınlanıyor. Çok kızardı. Ortaokuldaydım. Orada görmüştüm ilk Hellsing'i. Sonra birkaç bölüm izlemiştim. 13 bölüm aslında. Baştan başlayıp izlim bi ara bari :D 

Blade


Blade ilk filmini izlemiştim. Yarı insan yarı vampir Blade'in nefret ettiği vampirleri yok etmeye çalışmasının macerası. Üçlemeyi aslında yeniden izlemem lazım çünkü pek bir şey hatırlamıyorum. Ortaokuldayken izlemiştim sanırsam.

Moonlight



Mick. İzlediğim ilk vampir dizisi olur kendileri. Mutfakta kan torbalarının olduğu sahneler gelir ilk aklıma bu diziyi düşününce. Vampirliği sevmeyen vampir. Karısı vampir yapar Mick'i. Carolyn'den nefret eder. Baba olamayacağı için üzülen Mick'iyi mutlu etmek için üstüne bir de küçük bir kızı kaçırıp vampir yapmaya kalkışır. Mick Carolyn'i yakar. Ama ilerleyen bölümlerde Carolyn yeniden ortaya çıkar. Bağlantıyı hatırlamıyorum. Carolyn'in kaçırdığı kız da büyümüş bir şekilde dizide yer alır. Mick ile aralarında bir şeyler oluyordu ama tam hatırlayamıyorum. Vampir furyasını başlatan dizi olduğu söyleniyor.


Alacakaranlık Serisi


Alacakaranlık serisinin vampirlerini çok sevdim ben. Güneşe çıkabiliyorlar, küle dönmüyorlar. Kazık saplamak öldürmüyor. Güneşte elmas gibi pırlanta gibi parlıyorlar. Bence çok güzel :D Serinin en güzeli Şafak Vakti Part 2. Farklı vampirlerle tanışmak hoşuma gitmişti. Renesmee'yi de çok merak ediyordum. Daha fazla gösterselerdi keşke.

Vampir Günlükleri



Vampir Günlükleri'ni de baştan sona izlemedim. Ekimde 6.sezon başlayacakmış. Elena Damon'ın arkasından yas tutuyormuş bla bla. Ben hangi sezonda kaldım hatırlayamıyorum bile. Elena'nın Damon'a ilgisi vardı ben izlerken ama hala Stefan'la olan ilişkileri daha ön plandaydı. Caroline ve Stefan birlikte olmalı gibi yorumlar okudum. Yuh dedim. Ama baştan sona izleyecek sürekli takip edecek kadar büyük bir ilgim yok diziye karşı. Nina Dabrov'u hiç sevmiyorum. İzlerken de Damon'cı olmadım hiç. Ben hep iyi karakterleri seviyorum napim. Stefan'cıydım ben. En sevdiğim şeylerden birisi vampirlerin güneşe çıkabilmelerini sağlayan yüzük. Mine çiçeği karışımı. Vampir günlüklerinde de vampir mitiyle dalga geçiyorlardı.

True Blood


True Blood izlemeye yeni başladım. Vampirlerle insanların bir arada yaşaması, vampir barları, kan içen kurtadamlar. İlginç bir kurgusu var. Yok yok bu dizide. Sookie paquin'dir. Telepatik güçleri olan bir peri. Vampir krallıkları var. Vampir Kraliçesi Sophie Anne. Bir de vampir kralı var başka bölgelerin. Gümüş Kralı Russell. Daha başka kral kraliçe var mı bilmiyorum. Daha o kadar izlemedim. Yok eyaletlere ayrılmışlar eyalet şerifleri. Yargıçlar. Vampir polisler. Tee vikingler zamanından vampir. Viking kralının oğlu Eric. İlk insanlar zamanından vampir Godric. Hof. Azıcık bölüm izledim neler neler oldu. Şekil değiştirici mi ararsın panter kız mı. Şeytan tanrı Maryann mı istersin. Kurt adamlara kan içirtmek mi dersin. Bir de dövme yapmışlar simge yapmışlar bu kurtadamlara Hitlerin simgesi. Karışık işler. He büyücüleri de unutmamak lazım. En sevdiğim kısım ise vampirlerin insanların evine davet edilmeden girememeleri. Kan çok geldi bana. Bir de fazla açık sahneler. Ekran kapamaktan bıkmazsam bir gün 7 sezonu da tamamlarım belki.

Karanlık Gölgeler


Tim Burton yapımı. Bence en zarif en centilmen en şapşal vampir Barnabas Collins. Johnny Deep olunca tabii. Barnabas'ı bir cadının büyü yoluyla vampire dönüştürmesi diğer birçok vampir hikayesinden oldukça farklı yapıyor. Fakat görünüş tabut gibi faktörler açısından klasik vampir mitine de oldukça benziyor. Tim Burton yapacak da güzel olmayacak.


Being Human


Buradaki vampirleri  hiç sevmiyorum. Burada da yaratıcı vampir, baba-oğul ilişkisi var. Üstte yazmadım da True Blood'da çok fazlaydı. Evladım Pam evladım Jessica filan. Çok itici :D Aidan'ı severim ama. Kurtadam vampir hayalet ev arkadaşları. Ama bu kadar vampir dizileri arasında bence çok gerilerde kalıyor kalite açısından.


Şimdilik vampirli yapımlar bu kadar.

Söz etmeden geçemeyeceğim ben de bu vampir furyasına katılmak istemiştim. Vampirlere bir Türk bakış açısı katmak istemiştim. Bir roman yazıyorum. Ta ki Ali Ural'la tanışana dek :D Bu fikrimden vazgeçmem de çok etkisi var sağ olsun. Şimdiler yazdıklarımı okuyunca ne kadar komik olduklarını fark ediyorum. 

Günümüz Türkiyesi, günümüz Abd'si ve bir de Osmanlı zamanı İstanbul. Geçmişe dönüşler filan oluyordu. Yazarken çok eğlenmiştim. Güzel bir hatıra oldu benim için (: